ESNAF VE SANATKARIN TARİHÇESİ, AHİLİK, FÜTÜVVET, LONCA VE GEDİKLER

Esnaf ve Sanatkarın Tarihçesi

Arapça “cins, parça, kısım” anlamındaki “sınıf” sözcüğünün çoğulu olan esnaf, bir iş ve mesleği icra edenleri kapsayan terim olarak kullanılır.  Zamanla ve gelişen durumlar karşısında kelimenin anlamı da genişlemiş ve Anadolu’daki lonca üyeleri, sanatkarlar ve tüccarları da ifade eder olmuştur.

Günümüz esnaflığın temelleri eski Türk devletlerine kadar uzanmaktadır. Esasen esnaflık ve sanatkarlık bugünkü sanayinin de temelini oluşturan ekonomik faaliyetlerin başlangıç noktasıdır. İnsanoğlunun yerleşik hayata geçmesiyle birlikte üretim fazlasını değiştirme ihtiyacı duyulmuştur. Takasla başlayan ticaret ve bu ticarete konu malların üretimi teknolojiyle buluştukça esnaf ve sanatkarlık da bugünkü halini almıştır. Küçük dükkanlarda ve evlerde başlayan üretimin hacmi arttıkça fazla üretimin dağıtımını yapacak kişilere ihtiyaç duyulmuştur. 

Ortaçağ Avrupa’sında inşaat ve özellikle kliselerin yapımında süs işçiliğinde kendilerini gösteren esnaf ve sanatkarlar ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde sınai üretim el işçiliğine dayalı ve usta çırak ilişkisine bağlı yürütülmüştür. Bugün garip gelse de aslında dönemin sanatkarları günümüzün sanayicileri konumundadır. Zamanla sayıları artmaya başlayan esnaf ve sanatkarlar lonca denilen örgütlenme yoluna gitmişler ve Loncalara bağlı esnaf ve sanatkarların mesleki kuralları bu loncalar tarafından belirlenmeye başlamıştır.

Anadolu’da esnaf ve sanatkarların geçmişi IX. yüzyıla kadar uzanan Fütüvvet topluluklarına dayanmaktadır. Türkçe karşılığı olarak “olgunluk” anlamına gelen fütüvvet geleneği, fertlerin ortak bir ahlaki hedef için toplandıkları yapılar içinde biçimlenmiştir. Selçuklular döneminde gelişim gösteren Fütüvvet zümreleri, Anadoluda Ahi olarak ortaya çıkan esnaf teşkilatına bağlıdırlar. Osmanlı döneminden itibaren özellikle örgütlü olan esnaf ve sanatkarlar ekonomik ve sosyal hayatta önemli ve etkin bir unsur olmaya devam etmiştir. Ahilik Ansiklopedisinde yer alan konuyla ilgili bilgiler aşağıdaki gibidir. 

Osmanlı esnaf teşkilatı, Selçuklu esnaf birliklerinin devamı niteliğindedir. Osmanlı Sicil kayıtlarında şehrin ileri gelenleri arasında bahsedilen “iş erleri” zümresiyle esnaf yöneticisi ve çalışanı ifade edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde mekân ve zaman farklılığına rağmen, oldukça benzerlik arz eden iş erleri, en alttan itibaren çırak, kalfa, usta, esnaf kethüdası, ahi baba ve esnaf şeyhinden oluşmaktaydı. Osmanlı devletinde iktisadî yapı itibariyle esnaf kurumlarında iki grup ortaya çıkmıştır. Biri esnaf loncalarına bağlı özel teşebbüse dayanan serbest olarak halkın ticarî yapılanmasıdır. Diğeri ise devlet işletmeciliği esasına göre dirlik ve ulufeye bağlı maaşlı “ehl-i hiref-i hassa” denilen gruptur. II. Bayezid (1481-1512) döneminden önceki İstanbul esnafıyla ilgili olarak bir takım işaretler bulunmakta ise de esnafa ait ilk atıf XVI. yüzyıl başlarında II. Bayezid Kanunnâmesi’nde ortaya çıkmaktadır. Osmanlıların ilk döneminde Anadolu’da meslek gruplarının olduğu açık bir şekilde bilinmektedir. Esnaf kelimesiyle “lonca üyeleri, zenaatkârlar ve tücccârlar” da ifade edilmiştir. Evliya Çelebi, sürekli olarak esnaf kelimesini kullanarak XVII. yüzyıl ortalarında kaleme aldığı Seyahatnâme’de, İstanbul ve Kahire’deki esnaf loncaları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. O, Osmanlı’da esnaf hakkında en iyi bilgileri veren bir kaynak durumundadır. Ona göre elli yedi fasla ayrılmış 1100’den fazla esnaf grubundan bahsetmektedir. Her esnaf topluluğu, meslekî faaliyetlerinde tâbi olacağı özel kuralları kendisi kararlaştırır ve bütün ustaların ortak kararıyla onaylanmak üzere kadıya sunardı. Kadı bunun şeriata, kanunlara, örf ve adetlere uygun olup olmadığını inceledikten sonra onay için Divan’a sunardı. Divan’ın onayından sonra ilgili esnaf için bağlayıcı nitelikte temel bir belge ortaya çıkardı. Bu temel belgede ustalık, kalfalık gibi meslekî unvanların kazanılma şartları, çıraklık ve kalfalık süreleri, çalışma şartları, üretilecek malın cinsi ve kalitesi, gerekli olan hammaddenin temin ve tevzii, dükkânların yeri, sayısı gibi konular yer alırdı. Bu şekilde tespit edilen kuralları uygulamak ve aykırı davranışları önlemek için yetkili olan icra organı, “ihtiyar ustalar”, “nizam ustaları” veya “lonca ustaları” denilen, ileri gelen ustaların teşkil ettiği bir idare heyeti ile bu heyetin başkanı durumunda olan kethüda ve yardımcılarından oluşmaktaydı. Esnaf teşkilatları özellikle kalite kontrolünü ve ticarî ahlâkları düzenleyen içyapısına dayanarak esnaf temsilcileri Pazarbaşı, Kethüda ve Yiğitbaşı tarafından sürekli olarak denetlenmişlerdir. Osmanlı Devleti hükümet olarak da esnaf birliklerini vazifelisi olduğu bölgelerindeki esnaf birliklerinin en üst makamı “kadı” ve piyasa denetim işleri ve daha çok ticarî faaliyetleri denetlemeyle vazifeli “muhtesip” ile denetlemiştir. Ayrıca kadıya esnaf ile ilgili konularda yardım eden ve bilirkişi niteliğinde “ehl-i vukuf” denilen esnaflar vardı. Ayrıca sefer zamanlarında ordunun ihtiyaç duyduğu ve “orducu esnaf” denilen kasap, ekmekçi, bakkal, berber, saraç, demirci, arabacı, nalbant, aşçı gibi meslek erbabı seferlere katılırdı. Esnaf kesimi, şehirlerin sosyal hayatını da canlı tutulmasını sağlayan aktörlerden biri olmuşlardır. Sarayda sünnet düğünleri ve ordunun sefere çıkacağı zamanlarda yapılan tören ve şenlikler, onların faaliyet alanları arasında yer almıştır. Gerek şahsî gerekse evlilik, düğün, vefat ve malzeme almak gibi ihtiyaçları karşısında esnafı tefecilere muhtaç ve mahkum etmemek için esnaf vakfı, esnaf sandığı ve esnaf kesesi de denilen “esnaf orta sandıkları” kurulmuştu. Orta sandıkların en önemli fonksiyonu, sosyal güvenliğin gerçekleştirilmesinde bir işlev yüklenmiş olmalarıdır. Bu sandıklar, üyelerine gerekli yardım yapıldıktan sonra arta kalan paraların esnafa kredi olarak verilmesi, karaborsanın ve farklı fiyat belirlemelerinin bertaraf edilmesi gibi fonksiyonlar da icra etmişti. Esnafın, faaliyetlerini istikrar içinde yürütmesi temel hedeflerden biri olmakla birlikte zaman içinde sarsıntılar da geçirdiği olmuştur. Bunun önemli sebeplerinden biri, erken dönemden itibaren Yeniçeri Ocağı’na mensup askerî zümrenin esnaf arasına girerek üretim ve ticaretle iştigal etmeye başlamasıdır. Tanzimat’ın ilanı (1839) ile Osmanlı Devleti, yeni pazar ekonomik sistemine geçişi hedeflediğinden var olan klasik esnaf sistemi de yavaş yavaş rafa kaldırmıştır. 1876’da Meclis-i Ticaret ve Ziraat kurulmuştur. Bu meclis 1880’de kurulan İstanbul Ticaret Odası’nın temelini oluşturmuştur. 1909’da Esnaf Cemiyeti Talimatnâmesi çıkarılmış ve 1910’da Ticaret ve Sanayi Odalarına Mahsus Nizamnâme meydana getirilmiştir. 1913’te bütün sınırlamalar kaldırılmış ve Cumhuriyet’ten sonra 1924’te de eski esnaf birlikleri resmen tarihe karışmıştır. 1925 yılında Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu yayımlanmış ve 8 Mart 1950 tarihinde Odalar ve Borsalar Birliği Kanunu yürürlüğe girmiştir[1].

i. Ahilik

Genel olarak ahilik, özünde iyi ve ahlaklı bir insan yaratmaya dönük bir düşünce sistemi olup islam inancını Türk kültürü ile harmanlamak amacına yöneliktir. Bu düşünce ve yaşam tarzını benimseyip hayata geçirenlere “ahi” denilmiştir. Ahiler tarafından oluşturulan örgütler ise yine aynı felsefeye dayalı ancak aynı zamanda esnaf ve zanaatkar olan kişileri de kapsayan kurumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahi arapçada “kardeş” anlamına gelmektedir. Ancak bazı yazarlar Ahinin Türkçe kelime olan ve yiğit, cömert anlamına gelen “Akı” kelimesinin zamanla Ahi olarak değiştiğinden bahsetmektedirler.

Türk devlet geleneğinde önemli yer tutan Ahilik müessesesi, Türklerin yerleşik hayata geçmesi ve şehirleşmesinin de önemli unsurlarındandır. Abbasilerin Fütüvvet Teşkilatından esinlenilerek Şeyh Nasrettin Mahmut el Hoyi (Ahi Evran) Hazretleri tarafından 1205 yılında Kayseri civarında kurulan Ahilik Teşkilatının esasları günümüz şartlarında bile geçerliliğini korumaktadır. Ahilik, 5 çekirdek ilkesi “Toplumsal Sorumluluk, Hizmette Mükemmellik, Ortak Yaşam, Dürüstlük ve Doğruluk” ile örnek bir toplumsal örgütlenme sunarak esnaf ve sanatkârlarımızın sorunlarına çözüm yollarını göstermektedir[2].

Ahiler, insanların kendi emekleriyle geçinmelerini ve kimseye muhtaç olmamalarını isterler. Bu yüzden de ahinin emeğini değerlendirebileceği bir işi, özellikle bir sanatı olması ahlak kuralı haline getirilmiştir. Ziraat ve sanat ahiler için kolay kazanç olmaması, helal kazanç olması ve ortalama kazanç(gereğinden fazla kazanmama) ilkelerine uyması nedeniyle en uygun ticaret ve geçinme şekli olmuştur.

Türklerin Anadolu’ya gelerek yerleşmeye başladıkları dönemde el sanatları ve ticaret Bizans’ın geliştirmiş olduğu esnaf örgütlenme biçimi olan Loncalara bağlı rum ve Ermenilerin tekelindeydi.[3] Oturmuş bir yapının ancak daha iyi olmakla değiştirilebileceği düşüncesinden hareketle ticarette, sanatta ve özel hayatta dürüstlüğü ve iyi ahlakı benimseyen ahilerin sanat ve ticarette etkin olabilmek için örgütlenmeleri gereği ortaya çıkmıştır. Esasen ahi örgütlenmesi/birlikleri yeni yerleşilen yerdeki tekeli kırabilmenin, lonca sistemine dahil kişilerin elinde olan ticaret ve sanatta söz sahibi olabilmenin yöntemlerinden en önemlisiydi. 

Ticaret Bakanlığı tarafından hazırlanan “Ahilik Ansiklopedisi” nin 1. cildinin  223’üncü ve 226 ncı sayfalarında Ahilik aşağıdaki şekilde anlatılmıştır.[4]

XIII. yüzyıl başlarında otuz dördüncü Abbâsî halifesi en-Nâsır-Lidînillâh’ın hayata geçirdiği Fütüvvet teşkilatına bağlı olarak kurulmuş; o dönemde Anadolu’nun sosyal, siyasî, kültürel, sınaî ve ticarî şartları içinde Türklere has zevk ve kabiliyet ile İslâm dünyasının hiçbir yerinde görülmeyen bir biçimde gelişme göstererek teşekkül etmiş ve esnaf ve sanatkârlar örgütü haline gelmiştir. Mefkûre ve çalışma tarzı itibariyle topluma hizmet sunma ülküsü ile özel yönetmeliklerde (Ahi Şecerenameleri ve Ahi Fütüvvetnâmeleri) belirlenen iş ve ahlak disiplini ile şeyh, usta, kalfa, çırak hiyerarşisi içinde çalışmayı ibadet zevki haline getiren fertlerin oluşturduğu bir teşkilattır. Bu teşkilatın mensupları birbirlerine Arapça “kardeşim” demek olan “Ahi” diye hitap etmelerinden veya birbirlerine kardeşçe muamelede bulunmalarından ötürü “Ahi” denmiştir. Ahilerin mesleğine veya üyeleri Ahiler olan örgüte de Ahilik (Uhuvvet) adı verilmiştir. Anadolu Selçukluları zamanından beri Ahi kelimesi Arapçada yiğitlik ve cömertlik ülküsü taşıyan kişiye verilen ad olan “fetâ” (Farsçada cevan-merd) anlamında; Ahilik (Uhuvvet) ise yiğitlik ve cömertlik ülküsünün adı olan “fütüvvet” (Farsçada cevan-merdî) anlamında kullanılmıştır.

(…)

Fatih döneminden itibaren Ahilik siyasî bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idarî işlerini düzenleyen bir teşkilat halini almıştır. Ahiliğin esasları, ahlakî ve ticarî kuralları fütüvvetnâmelerde yazılıydı. Teşkilata girmek isteyen kimse, öncelikle fütüvvetnâmelerde belirtilen dinî ve ahlakî esaslara uymak zorundaydı. Fütüvvetnâmelere göre teşkilat üyelerinde bulunması gereken vasıflar vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etme, affedici olma ve tövbe idi. Şarap içme, zina, yalan, gıybet, hile gibi davranışlar meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdendi. Ahiliğe giriş, şerbet içmek (şürb), şed veya peştamal kuşanmak, şalvar giymekle gerçekleşmekteydi. Ahilik bünyesi içindeki esnaf birlikleri ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşmaktaydı. Çıraklar mesleklerini çok iyi öğrenip, Ahi müessesesinden icazet almadıkça dükkân açamazlardı. Esnaf ve dükkân sayıları, iş aletleri ve tezgâhlar sınırlandırıldığı gibi, ihtiyaca göre mal üretimi de esastı

Uzun bir süre Ahilik, Osmanlı Devleti’nde esnaf ve sanatkârların faaliyetlerini düzenleyen bir kuruluş olmuştur. Bu bakımdan yüzlerce yıllık zaman süreci içerisinde Türk halkının sanat ve ticaret ahlakının şekillenmesinde birinci derecede etkendi. 1727 yılından sonra Osmanlılarda Gedik sistemi oluşturuldu. Bundan sonra Ahilik devlet içindeki işlevini gediklere bıraktı. Ancak Ahilik gayri resmî olarak ahlakî gelenek ve töreleriyle esnaf ve halk arasında günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.

ii.Fütüvvet

Dr. Yusuf EKİNCİ “Ahilik” kitabında, “Ahilikten önceki fütüvvetnamelerde anlatılan fütüvvetcilik ahilikten önce ortaya çıkmış bir kuruluştur.  Ancak fütüvvetçilik daha kişisel erdemlere ve askeri niteliklere önem verdiği halde ahi birlikleri bugünkü anlamda tam bir sivil toplum kuruluşudur.(…)” şeklinde değerlendirme yapmıştır. Fütüvvet teşkilatı kavli (esnaf), Seyfi (askerler) ve şurubi (iki grubun dışında kalanlar) olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır. Dr. Yusuf EKİNCİ kitabında, ahi birlikleri ve fütüvvetin biri birinin aynısı veya devamı olmadığını belirtmektedir. Zira ahi olabilmek için kişinin fütüvvetlerde belirtilen meziyet ve sıfatlara haiz olmanın yanında bir iş ve meslek sahibi olma şartı aranmaktaydı. Halbuki fütüvvetçi olabilmek için iş veya meslek sahibi olmaya gerek yoktur.

Ahilerin ahlak esaslarını, görgü kurallarını, törenlerini, geleneklerini anlatan eserlere

“fütüvvütname” denilmektedir.[5] 

Ahilik Ansiklopedisine göre[6], “Fetâ sözlükte genç, yiğit, delikanlı ve civanmerd; fütüvvet de gençlik, kahramanlık ve civanmertlik anlamlarına gelir. Fütüvvet anlayışının esasını merhamet, cömertlik ve fedakârlık oluşturur. Sofrasında yemek yiyenin müminle kâfir arasında ayırım gözetmemesi fütüvvetin gereğidir. Fütüvvet ehlinin teşkilatlandığı dönemde şed (kemer) kuşanmaları, şalvar giymeleri, her sanatın bir piri olduğunu kabul etmeleri, birbirlerini kardeş bilerek kendi içlerinde örgütlenmeleri, “Ali’den başka fetâ, zülfikardan başka kılıç yoktur” deyip Hz. Ali’yi pir ve baş fetâ tanımaları zamanla bu kurumun sûfîlikten farklı bir hüviyet kazanmasına da sebep olmuştur. (…)fütüvvetnâme, özellikle XIII. yüzyıldan başlayarak fütüvvet ve Ahi teşkilâtı çerçevesinde bahsedilen meslekî nitelikteki nizâmnâmeleri ifade eden bir anlam kazanmıştır. Ancak bu nizâmnâmelerin kaynağının tasavvuf eserlerinde yer alan fütüvvete dair konular veya konuyla ilgili müstakil risaleler olduğu unutulmamalıdır.(…) Ancak fütüvvet kavramının belli bir teşkilâtı ifade etmeye başladığı XIII. Yüzyıldan itibaren özellikle Ahilik kurumu içinde yazılan fütüvvetnâmelerde bu kavramın birtakım menkıbevî rivayetlerde Hz. Ali’ye dayandırılmasına özen gösterilmiştir. Böylece fütüvvet geleneği içinde Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e vâris olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmeye başlandığı görülür. Hz. Ali’yi fütüvvet telakkisiyle alâkalandırmanın, erken bir devirde ortaya çıkan ve Hz. Peygamber’e atfedilen bir hadisle (La fetâ illâ Alî, lâ seyfe illâ zülfikâr ‘Ali’den başka fetâ, zülfikârdan başka kılıç yoktur’) çok yakın bir ilgisi vardır.” 

iii. Lonca

İtalyanca (loggia) kökenli olan lonca kelimesi Türkçe’de, “belli bir iş kolunda usta, kalfa ve çırakları içine alan dernek, korporasyon” anlamına gelmektedir (TDK, 2019).

Temelini Ahilikten alan Osmanlı lonca düzeni 15. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış, 18. yüzyılın ortalarına doğru “gedik” biçimini alarak 20. yüzyıl başlarına kadar varlığını sürdürmüştür.

 Loncalar, kamu otoritesinin belirlediği ilkeler çerçevesinde, aynı mesleği yapan kişilerin gönüllü olarak bir araya gelerek oluşturdukları birlikler olarak tanımlanmaktadır (Koraltürk, 2002:9). Esnaf ve zanaatkârların oluşturdukları birlikler zaman içerisinde lonca olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Bu yönüyle, loncalar, aynı işi yapan kişilerin çeşitli ekonomik ve sosyal amaçlarla bir araya gelerek oluşturdukları ekonomik yönü ağır basan kuruluşlar olarak tanımlanabilir. Lonca sistemi (lonca ekonomisi) kavramı (Ortaylı, 1979:208) ise lonca teşkilatlarının hakim olduğu, yani üretim miktarı ve kalitesinin, işgücü ve fiyat gibi unsurların lonca teşkilatı tarafından belirlendiği ekonomik sistemi tarif etmek için kullanılmaktadır.[7]

Loncalar (korporasyonlar) esas olarak dönemin otoritesinin dışında, kendiliğinden teşekkül eden mesleki birliklerdi. Bu birlikler, kaliteli üretim yapmak, uygun fiyat belirleme, yanında çalışanların hakkını koruma gibi meslek ve genel ahlakın korunması ve gelişmesi için uğraşmıştır. Yine meslekteki usta-kalfa-çırak ilişkilerini düzenlemek ve tarafların haklarını belirlemek, üyeleri arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın kuvvetlenmesi için çalışmakla beraber, aslında üyelerinin menfaatlerini korumak endişesiyle kurulmuş, kapalı ve tekelci yönleri olan kuruluşlardır. Loncalar Ahilikten farklı olarak ahiliğin kabul etmediği meslekleri ve de gayrimüslümleri de aralarına kabul etmiştir. Osmanlı loncaları yöneticilerini kendileri seçmekte ve iç işleyiş kurallarını da kendileri saptamaktaydı. Bununla birlikte devletin koyduğu kalite standartlarına (ihtisab) ve fiyatlara (narh) da uymak zorundaydılar.

18. yüzyılda esnaf ve sanatkar sayısı artmaya başlamış ve kontrolsüz bir şekilde işyerleri açılmıştır. Özellikle esnaf ve sanatkar olmayan yeniçeriler savaşlar dışındaki zamanlarında rant elde etmek için işyerleri açıyordu. Bu kontrolsüz artışın sınırlandırılması için işyeri açılışları belgeye bağlanmıştır. Gedik denilen yeni sistemde Lonca sisteminin içinde olmayan kişilerin o meslek kolunda esnaf ve sanatkarlık yapmasına izin verilmemiştir. Rekabeti engelleyen  Gedik sistemi de yeni bir rant düzeni oluşturmuştur.

Esnaf loncaları siyasi örgütlenmeler değil, aksine kent içinde devlet iktidarı tarafından sıkı sıkıya sınırlandırılmış, ekonomik ve mesleki sorunlarla ilgilenen kuruluşlardı. Merkezi otorite, siyasi örgütlenmelere olanak tanımadığından loncaların Osmanlı Devleti’nin siyasetinde hiçbir aktif rolü olmuyordu. Ama esnaf loncaları üzerinde dinsel etki çok büyüktü ve hemen hemen tüm loncalar tarikatlarla örtüşüyordu. Çırak çıkarmadaki törenler ile tarikat törenleri arasındaki yakınlık, kalfalığın sınanmasındaki dinsel sorular loncalardaki dinsel ağırlığı ortaya koyuyordu. Bu, dinî yönü olan ekonomi teşkilatı ahiliğin, esnaf birliği üzerindeki etkisini göstermektedir. Çünkü Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren ahi teşkilatı ile esnaf birliği arasında bir ilişki vardı. Ahi teşkilatı içinde yer alan ahi baba ve şeyh gibi görevliler XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar bazı esnaf birliklerinin amirleri olarak mevcudiyetlerini korumuşlardır. Dolayısıyla esnaf kaide ve nizamlarının belirlenmesinde ahi zaviyelerinin büyük bir rolü olmuştur. Ahi teşkilatı XVII. yüzyıldan sonra esnaf loncalarına dönüşmüştür. Fakat ahiliğin birtakım gelenekleri, ritüelleri, uygulamaları loncalarda devam etmiştir.[8]

19.yüzyılda yapılan ticaret anlaşmaları ve Avrupa’dan gelen mallar karşısında rekabet edemeyen esnaf ve sanatkarlar teker teker kapanmış ve gedik sisteminin kaldırılmasıyla da lonca birlikleri de dönemlerini tamamlamıştır.  

Ahilik ve Lonca düzeni genelde aynı kavramlarmış gibi algılanmaktadır. Ancak detaylara bakıldığında ikisinin aynı olmadığı anlaşılacaktır. 

Öncelikle lonca düzeni özellikleri itibarıyla sadece iş yaşamına dair düzenlemeleri içermesi dolayısıyla teknik ve genelde tüccar ve sanatkar üyelerin özlük haklarını korumak amacını güden bir dayanışma örgütlenmesi niteliğine sahip iken, ahilik/fütüvvet örgütlenmesi dini ve kültürel boyutları da içermek suretiyle bütün bir toplumsal yaşama dair düzenlemeleri bünyesinde barındırmak suretiyle bütüncül bir özelliğe sahiptir. Nitekim, ahilikte ekonomik fonksiyonlar bir araç olarak görülmüş ve amaç haline getirilmelerine izin verilmemiştir. Dini ve dünyevi fonksiyonların ahilik içindeki yeri Hadis-i Şerifte de belirtildiği gibi “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalış” şeklinde özetlenebilir[9]. Ahilik daha çok islam etkisindeki Türklerin oluşturduğu ve ekonomi alanında güzel ahlakın öğretilmeye çalışıldığı bir düzen iken Loncalar Anadolu’da Bizans döneminden başlayan ve daha çok ticaretin kurallarını belirleyen ve belli meslekler temelinde örgütlenen bir yapı olmuştur.

GEDİK[10]

Devletin üretim ve fiyat politikalarının hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik bir nevi iktisadî gelişmenin temini için gerekli ve birbirini tamamlayan iktisadî ve hukukî şartları oluşturmak gayesiyle, devlet ve esnaf birliklerinin ortaklaşa çabaları sonucunda XVII. yüzyılın ilk yarısından (1653) itibaren doğan tekellere dayalı üretim sistemidir.

Gedik, Türkçe bir kelimedir. “Eksik, kusur; yıkık yer, duvarda açılan çatlak” gibi sözlük anlamı dışında, terim olarak inhisar ve imtiyaz esasına dayanan askerî, idarî, hukukî ve iktisadî manaları da vardır. Terim olarak Osmanlı hukukunda imtiyaz ve inhisar esasına dayanan tasarruf hakkı anlamında kullanılmaktadır. Askerî alanda savaşçı sınıfından sayılmadığı halde terfi ederek zabit olan topçu ve kale muhafızlarına “gedik” denilirdi. İdarî alanda ise Osmanlı sarayındaki belli görevler ve imtiyaz anlamına gelmekte ve bazı idarî memur ve hizmetlilerin reisine “gedikli” denilmekteydi. Bu anlamda gedik defterleri ve gedik tevcihleri mevcuttur.

Gedik kelimesinin hukukî ve iktisadî manaları ise ihtilaflıdır. Hukukî manada gedik, XII. yüzyıldan bu yana İslam hukukunda “süknâ”, “girdar” veya “hülûv” olarak bilinen sahibine belli tasarruf hakları kazandıran uygulamalarla ilişkilendirilmektedir. Hülûv bir tarafa bırakılırsa Osmanlı’daki gedik kavramı büyük oranda girdar ve süknâ ile benzeşmektedir. Girdar, mukataalı vakıf arazi veya mîrî arazi üzerinde bu arazinin mutasarrıfı tarafından meydana getirilen ve sahibine “hakk-ı karar” (bazı şartlarda devamlı tasarruf ve kiracılık hakkı) veren mülk, bina, ağaç ve benzeri şeylere denilirdi. Ebussuud Efendi, gediğe bu anlamı vermekteydi.

Hukukî manada gedik ile iktisadî manada gedik arasındaki yakın ilişki dikkat çekicidir. Osmanlı hukukunda gedik iki ayrı devirde incelenmektedir. İlki ticaretin inhisarının söz konusu olmadığı, ikincisi ise ticarette devamlı tasarruf hakkının söz konusu olduğu devirdir. İlk devirde vakıf dükkânlarında, esnaf ve sanatkârın işleri ile alakalı alet ve edevatı dükkânlara hakk-ı karar kaydıyla koyduğu ve bunun karşılığında oturmaları, “süknâ” şeklinde ele alınmaktadır. Bu uygulama Mısır’da “cedik” olarak bilinmekteydi. Bu anlamdaki gedikin “âlât-ı lazıme” olarak ifade edildiği uygulama, XII. yüzyılda görülmektedir. Malî açıdan yetersiz vakıfların mülklerinin, işler halde tutulmasına yol açan bu uygulamanın yayıldığı, tamir ve bakımı karşılığında esnaf ve sanatkârların, dükkânların vakıf mütevellisinin izniyle yıllık cüzi bir kira mukabilinde bu dükkânlarda şartlı bir tasarruf hakkı elde ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim kira karşılığında dükkâna yerleştirilen malzemeye “gedik”, gayri menkule “gediğin mülkü” ve kira bedeline de “mülk kirası” denilmektedir.

İkinci devrede ise inhisar usulünün kabulü ile gediğin devamlı tasarruf hakkı yanında bir de ticarette inhisar, imtiyaz ve bir çeşit üretim lisansı veya patent hakkı şeklinde yeni bir anlam kazandığı görülmektedir. Bu anlamı ile gedik, belli sayıda esnafın belirlenmiş bir mekânda belli sanatlarda üretim veya faaliyette bulunma ruhsatı anlamına gelmektedir. Bu hak doğal olarak öncelikle bu sanatları eskiden beri icra eden ve çoğunluğu vakıf olan dükkânlardaki gedik sahiplerine verilmiştir. Bunun gerekçesi bunların dükkâna koydukları âlât-ı lazime olduğundan bu aletler belli bir sanatın ruhsat ve imtiyazının sembolü haline geldiler. Bundan sonra da süknâ hakkı gedik hakkı diye anıldı. Çünkü süknâdaki şartlı tasarruf hakkında bir gedik meydana gelmiş olduğundan bu tanımlama yeni duruma pek uygun düşmekteydi. İşte bu sonuncusu gedik kavramının iktisadî alandaki manasıdır. Ancak eski gedik anlamını da koruduğundan iktisadî anlamda ortaya çıkan bu yeni mananın başlangıcı olarak kabul edilen bir görüşe göre 1727 tarihi, iktisaden Osmanlı’da belli bir üretim dalındaki üretim yapmaya ilişkin tekel ve imtiyaz hakkı olarak kullanılmasının başlangıç tarihi kabul edilmektedir.

Gedik denilen alet edevatın, gayri menkul mülk hükümlerine tabi tutulması ve bulundukları mülkün tamamlayıcı parçası sayılmaları, zamanla gediklerin % 60’ının vakıf haline getirilmesine ve yayılmasına yol açmıştır. Meşru sayılan gedikler yanında, bir kısmı gayri meşru gedikler de ortaya çıkmıştır. Sonradan ortaya çıkan üç gedik şekli şunlardır: 1. Müstekar veya muttasıl gedik. Caiz olan gediktir. 2. Havaî gedik. Bunlara munfasıl gedik denilirdi ve bunlar belli bir yerle kayıtlı olmayan ve mutasarrıfına istediği yerde icra-i sanat yetkisi veren simitçi gediği gibi gediklerdir. 3. Müstahlas gedik. Binası yanmış veya bir yerden bir yere nakledilmiş gediklere denilirdi.

Bir başka görüş, iktisadî manada gediklerin XVII. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığını öne sürmektedir. Bu görüşe göre, gedik hakkı Fatih devrinden bu yana esnafa verilen tekel haklarının bir devamıdır. Gedik hakkı, “iş ve mesleği müstakil olarak icra edebilme hakkının, kimlere tanınacağına dair düzenlemelerin XVII. yüzyılın ortalarından itibaren o iş veya meslekle ilgili esnaf birliklerince yapılmasıdır. Kademeli olarak birbirini tamamlayan esnaf lehine devlet tarafından verilen ayrıcalıkların bir devamı olan gedikler, aslında en önce “ustalık hakkı”nın esnaf birliklerine tanınmasına dair esnaf nizamlarının devlet tarafından kabulü ile başladı. Gedik dükkânlardan oluşan esnaf birlikleri, bu sayısı sınırlı dükkânları, kimin işletebileceğine dair hususları kendi nizamlarına eklediler. Buna göre bir usta ölünce onun tasarrufundaki dükkân gediği yeniçeri ağası, kethüdaları ve ihtiyar ustaları tarafından, ölen ustanın erkek evladına verilmekteydi. Eğer ustanın erkek evladı yoksa, ilgili heyet tarafından “müstahak” olana verilirdi. En önemlisi bu tür hakların belirlendiği esnaf nizamları, sadece ilgili esnafı değil, gedike bağlanmış dükkânın mülküne sahip olanları yani mülk sahibini de bağlıyordu. Büyük bir bölümü kiralık dükkânlar olan bu gedik dükkânların mülk sahiplerinin, mülk sahipliğinden doğan hakları esnaf nizamlarıyla çelişiyordu. En büyük çelişkilerden bir tanesi, mülklerini dilediklerine kiraya verme veya istemediklerine vermeme hakları ile esnaf nizamlarındaki dükkânın kime verileceğine dair düzenleme arasında idi. Mülk sahibi ile gedik dükkânlardan oluşan esnaf birlikleri arasından çekişmelere yol açmakta idi. Örneğin bazan bir dükkânın sahibi olan bir vakfın bir kimseye kiraya verdiği dükkân, daha önce esnaf birliği tarafından bir başkasına verilmiş olabiliyordu. Bu durumdaki hukukî ihtilafın çözümü, devletin göreviydi. Devlet, esnaf lehine müdahalede bulununca, kendine mahsus bir “gedik hukuku” doğdu. Buna göre ilk olarak hukukî çelişki, kiracı esnafla mülk sahibi arasında çıktığından, kiracı esnaf lehine önemli gelişmeleri içeren süknâ ve icareteynli vakıflardan doğan kiracının hukukî hakları hususuna önem verildi. Süknâ, kiracının süknâ denilen alet edevattan dolayı mülkiyet üzerinde doğan bir nevi tasarruf hakkıydı. İcareteyn usulü ise kiracıya mülk üzerinde belirli bir süreyle sınırlandırılmamış olan ve ölümünden sonra da belirli şartlar altında mülk sahibinin izni alınmadan devam eden kira ile tasarruf usulü idi. İkinci olarak devletin üretim ve fiyatla ilgili hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik politikaları doğrultusunda oluşturduğu tekel haklarına dayalı gedik hakkına dayandırılan esnaf sisteminin devamlılığının sağlanmasına verilen önemdi.

Kal’a’ya göre, gedik kavramının doğuşu ve kapsamı hakkında önemli eksiklikler üç grupta incelenebilir. Birinci gruptaki eksiklikler gedikleri, mal ve hizmetlerin satın alınması, üretilmesi ve satılması şeklinde esnafa verilen tekel hakları olarak almaktan kaynaklanmaktadır. Halbuki bu hakların Fatih devrine kadar dayanan tarihsel haklar olduğu bilinmektedir. İkinci gruptaki eksiklikler ise gediklerin doğuşunu 1727 tarihi ile başlatan değerlendirmedeki eksikliklerdir. Kal’a’ya göre, gediklerin doğuşu bu tarihten yüz yıl önceye dayandırılabilir. Bu eksiklik, esnafın alet edevatına belgelerde gedik denilmesinden ve gedik sahibi esnafa verilen tezkirelerin XVII. yüzyılın ilk yarısından itibaren verilmeye başlanmasından kaynaklanmaktadır.

Üçüncü gruptakiler ise gedik’in esnaf tekellerinden ayrı bir tasarruf şekli olduğu ve gedikleri bu tasarruf şeklinin yaygınlaşması ile ilişkilendiren görüşlerdir. Akgündüz’ün de dahil olduğu bu görüş, gedikin süknâ tipi bir tasarruf hakkı iken sonradan ticaretin icrası için tanınan imtiyaz manasını, inhisar usulünün kabulünden sonra aldığını öne sürmektedir. Kal’a’ya göre bu görüş, Ebussuud Efendi’nin Süknâ Risalesi ile gedik hakkı arasındaki ilişkiyi kurarak önemli bir açılım getirmekle beraber “gedik hukuku” ile süknâ arasındaki ilişkinin zamanlamasını tam olarak açıklayamamaktadır. Ona göre, esnaf hakkının doğuşu süknâ risalesi ile başlamadı; gedik hakkına hukukî bir meşruiyet kazandırılmak için gedik hakkı süknâdan doğan haklar gibi kabul edildi. Bu durumda gediğin tanımı şöyle olmalıdır: “Devletin üretim ve fiyat politikalarının hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik bir nevi iktisadî gelişmenin temini için gerekli ve birbirini tamamlayan iktisadî ve hukukî şartları oluşturmak gayesiyle, devlet ve esnaf birliklerinin ortaklaşa çabaları sonucunda XVII. yüzyılın ilk yarısından (1653) itibaren doğan tekellere dayalı üretim sistemidir”.

Gedik uygulamasının iktisadî önemi arttıkça, yeni düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelerden birisi, gedik hüccet ve temessüklerinin esnaf kethüdaları ve kâhyaları yanında Maliye Nezareti’ne bağlı baş muhasebe ve şer‘iyye mahkemeleri tarafından verilmeye başlanmasıdır. III. Selim zamanında çıkarılan bir fermanla, fetvaya aykırı gedikler tasfiye edilirken eski gediklere ait teamülün devamına ve yeni gedik tesisinin ağır şartlara bağlanmasına karar verildi. Havai gedikler ise ilga edildi. II. Mahmud döneminde vakıf gedikler lehine bazı düzenlemelerden sonra II. Mahmud ve Haremeyn vakıflarına devredilen gedikler artış gösterdi. Bu şekilde mutasarrıfların ellerine de yeniden senet verilen gediklere “nizamlı”, diğerlerine “adi” gedik denildi. Osmanlı hukukuna göre, aslında istisnai bir hak ifade eden gedik, 1853’de inhisar usulünün kaldırılması ile imtiyaz ve ruhsat manasını kaybedip, tasarruf hakkı anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

1861 tarihli Gedik Nizamnâmesi ile de gedik hakkına, yeni bazı sınırlamalar getirilmiş ve nihayet Gediklerin İlgası Hakkında Kanun-ı Muvakkat ile gedik hakları tasfiye edilerek yüzde doksanı ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı sisteminde, gedik uygulamasının yaygınlaşmasında, esnafların hem sayı hem mekân itibarı ile yakın ilişkiye imkân veren, sınırlı bir büyüklüğü aşmayan birimlerden oluşmasının büyük rolü vardır. Üretimin, yerel ihtiyaçları karşılamaya önem veren veya çoğu yerdeki esnaf kolu için doğrudan bölgesel veya uluslararası ticarete konu olmayan doğası, esnafların birbirinden uzak üreticilerle temas kurmasını gerektirmediği için, gedik tipi uygulamalar devlet tarafından desteklenmiştir. Üreticilerin aynı şehirde bile herhangi bir üretim dalındaki hammaddeden üretime kadar olan safhaların her birinin birbirinden bağımsız örgütlerde faaliyet göstermeleri ve genellikle herhangi bir üst kuruluşta bir araya gelemeyişleri böyle bir zorunluluk olmamasındandı. Ancak kayıkçı ve hammal gibi tamamlayıcılık ilişkisi bulunan sektörler, ayrı alt birimlerde örgütlenseler bile, aralarındaki bağlantıyı bir üst yönetimle sağlamak durumundaydılar. Bu tür zorunluluk olmadığı hallerde aynı sektörde olsalar da üreticiler, üst bir kuruluşla ilişki kurmamakta idiler. Halbuki Orta Çağ Avrupası’ndaki esnafta, bu tür ilişkiler oldukça sıkıydı. XVIII. yüzyıldan sonra azalmakla birlikte esnaf örgütlerinin bazılarında Ahi Baba veya Şeyh şeklinde üst bir makamın bulunması hali, bahsedilen esnaflar arasındaki gevşek ilişkiyi özü itibariyle değiştirmemektedir.

Esnafa, gedik gibi bir takım tekel haklarının verilmiş olmasının nedenleri çeşitlidir. Bir nedeni, belli bir üretim düzeyini garanti altına alacak şekilde devletin toplum ve ekonomiyi düzen içinde tutma görevinde devletin en büyük yardımcılarından birisi esnaf teşkilatlarıdır. Devlet, böylece bu zor görevi, geniş bir devlet bürokrasisi ile pahalı bir şekilde çözme külfetinden de kurtulmuş oluyordu. İkincisi, esnafın vergi gelirleri açısından önemiydi. Üçüncüsü, esnaf teşkilatlarının, sosyal ve ekonomik düzeni sarsacak üreticiler arası gelir ve servet farklılaşmasını asgariye indirmesidir. Çünkü iktisadî büyümenin sınırlı olduğu geçimlik bir ekonomide, aktörlerden birinin zenginleşmesi, olağan durumlarda ancak bir başkasının fakirleşmesi bahasına olabilirdi. Devlet bu yüzden üreticiler arasında bu tür farklılaştırmalara müsaade etmemiş ve bu tür teşkilatları desteklemiştir.

Esnaf örgütlerine tanınan ve gedik uygulaması giderek belirginleşen tekel haklarının, yukarıdaki nedenleri destekleyen bir diğer yönünün, devletin ustalığın ekseriya babadan oğula ırsî olarak intikali ile bir anlamda meslekî-teknik eğitim veya başka bir ifade ile beşeri sermaye getiren alanlarda gerekli bilgi düzeyinin sürdürülmesi olduğu ileri sürülebilir. Çünkü meslekî uzmanlaşma gerektirmeyen baca temizleyiciliği gibi alanlarda bu tür haklara izin verilmezken; sahtiyan gibi ileri düzeyde beceri isteyen alanlarda özellikle bu haklar verilmekteydi. Son olarak mesela debbağlar gibi bazı esnaf kolları ustaları arasındaki ilişkinin yakınlığı ve sabit kurallara duyulan ihtiyacın göreceli öneminden söz etmek gerekir. Ancak ilerleyen zamanlarda gediklerin esnafların mekânsal bütünlük ilkesinin tam dışında sonuçlar verdiği görüldü. Buna göre gedik hakkı, üretim yapma hakkını ifade ettiği için gedikli esnaf, dilediği yerde dükkân açabildiği gibi tacire borç karşılığı gedik rehn edenler borçlarını ödeyemediklerinde alacaklı tacir en yüksek fiyat verene gedik hakkını satmaktaydı. Bu ise bazı gediklerin işten anlamaz veya tecrübesiz kimselerin eline geçmesine yol açmaktaydı. Gedik rehn edilebildiği ve tüccardan esnafın veresiye aldığı mala karşılık gösterilebildiği için bir tür kredi müessesesi rolü de oynamaktaydı. Bu ise alacaklılara önemli bir güvence oluşturup veresiye veya kredili alış verişi mümkün kılıp üretimin sürekliliğini sağlıyordu.

Osmanlı ekonomisinin Batı ile ticarî ilişkilerinin arttığı ve yoğunlaşmaya başladığı XVIII. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren devlet özellikle perakende ticarete konu malların üreticilerinin olduğu üreticilere ilave tekel hakları vermesine rağmen ilerleyen zamanlarda bu hakları tüketiciyi koruma adına sınırlandırmaya da başlamıştır. Buna rağmen perakende ticaret sektöründekiler bile uzunca süre örgütlülükleri yüzünden bu haklarını Tanzimat’a kadar korumayı başarmışlardır. İmalatla ilgili alanlarda ise tekel hakları devlet tarafından korunmaya devam etmişse de bu tür üreticiler, Tanzimat sonrasında artan Avrupa rekabetine fiyat açısından karşı koyamamaya ve özellikle değişen kültürel anlayışa uygun yeni zevke uygun üretime geçemedikleri için gerilemeye başlamıştır.


[1] Ahilik Ansiklopedisi-Cilt 1- 2. Baskı Ankara-2016- Editörler Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ/Yard. Doc. Dr. Yaşar ERDEMİR/Bekir ŞAHİN

[2] Esnaf ve Sanatkar Değişim Raporu-Prf. Dr. Muammer KAYA-Araştırmacı Ergun ÇETİN

[3] Dr. Yusuf Ekinci, Ahilik, 11. Baskı,2011, syf 67

[4] Ahilik Ansiklopedisi-Cilt 1- 2. Baskı Ankara-2016- Editörler Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ/Yard. Doc. Dr. Yaşar ERDEMİR/Bekir ŞAHİN-sayfa 223-226

[5] Dr. Yusuf Ekinci, Ahilik, 11. Baskı,2011, syf 37, 62,63

[6] Ahilik Ansiklopedisi-Cilt 1- 2. Baskı Ankara-2016- Editörler Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ/Yard. Doc. Dr. Yaşar ERDEMİR/Bekir ŞAHİN-sayfa 425

[7] Cumhurbaşkanlığı DDK, Araştırma ve İnceleme Raporu, 28.09.2009, “Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşlarının

Teşkilat ve Mali Yapıları, Denetimleri, Organlarının Seçimlerine Dair Esasların Değerlendirilmesi ile Bunların Etkin ve Verimli Şekilde Hizmet Yürütmelerinin ve Geliştirilmesinin Sağlanması Amacıyla Alınması Gereken Tedbirler”

[8] http://www.envanter.gov.tr/halk-kulturu/index/detay/29621-Ekonomik Teşkilatları Esnaf Loncaları

[9] Feyzullah ALTAY-Ahilik ve Lonca Düzenlerinde Din Ekonomi İlişkisi-Konya Ticaret Odası-Ocak 2016

[10] Ahilik Ansiklopedisi Cilt 1 sayfa 438-441-Kaynakça Ahmet Akgündüz, “Gedik”, DİA, XIII, İstanbul 1996, s. 541

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top